aynalar ve yüzler
“Mümin, müminin aynasıdır.”
Hadis
“İçimizdeki kapı çalındığında
Her birimiz buğulu bir ayna değil mi?”
Yücel Kayıran
Ruhuma çentik attığını nereden bilebilirdim, o günün? Serazat bir haldeydim, dudaklarımın arasında pamuk helva kıvamında bir ıslık… “Kime değsem ateşti, neyi tutsam kor.” diyen Nietzsche'ye inat elimdeki kor ateşler dahi İbrahimi bir berd-i selam. Eskimiş bir rejimin pasını yüklenen zincirler, diş kamaştıran sesleriyle zevkten dört köşe çocukları, dönme dolapta taşıyordu. Yürüyordum. Dönme dolaplar, atlıkarıncalar, balerin, kamikaze… Hayat, kendisine en çok çocuk parklarında benziyor. Hayatın, bir oyun ve eğlenme yeri olduğunu biz, parklarda görüyoruz. Girift bir labirentin içinden çıkmak için o çocuk parkına gitmiştim.
Kağıt helvalar, dondurmalar, meşrubatlar… kısa kol gömleklerin içinde gülen insanlar, dudakları her aralandığında beliren altın dişler, çopur yüzler… Bir diş ısırığı gibi duruyor, bu parkta somurtkan yüzler. Bacak bacak üstüne atmış fötr şapkalı ihtiyar, ağır gazeteleri sayfa sayfa çeviriyor. İşaret ve yüzük parmağını ıslatıp başparmağına sürüyor… para sayıyormuş gibi. Ceketinden sarkan zincir, saatin zinciri. Köstekli saati, onu hâlâ yanıltıyor, zamanı gösterdiğini iddia ederek.
Yerde bir dondurma külahı… hangi nasipsiz çocuktan kim bilir? Eğer ******n cebindeki son parayla bu dondurma alındıysa ne kadar ağlamıştır, o gül kurusu çocuk. Çocukluk, gül kurusuna benziyor, kırılgan ve latif.
Etrafımda bir uğultu kopuyor.
“Haydi, dönme dolaba binelim!”
“Peki!” diyorum.
“Korkarsanız endişelenmeyin biz yanınızdayız.” diye çoğalıyor cıvıl cıvıl sesler. “Haklılar, çocukluk meleklikle tartılsa sezadır.” Dönme dolap ağır ağır yükseliyor, dizlerimin bağı çözülüyor.
“Anladım, siz korktunuz vi korktunuz!” Nereden anladılar ki, içimdekini duymasalar bari
“Evet, korktum ne olmuş, hem siz, korkarsanız endişe etmeyin yanınızda biz varız demediniz mi?” diyorum.
Gülücükleri tomurcuk güller gibi dağılıyor yüzlerde.
“Ben inmek istiyorum, yükseklik korkum var.”
Benim ki de lafmıymış şimdi, baksaymışım kamikazede insanların ne numaralar çevirdiğini görürmüşüm. En iyisi susmak. Genellikle herkes, en korktuğu anda seslenmekle, bağırmakla korkusunu dindirmek ister ;oysa korkuyu yatıştırmanın en tesirli ilacı koyu, demli bir suskunluk. Dibi kalın kavanozlar gibi. Dönme dolap, yere yaklaşıyor iniyorum. Derin bir oh koy versem şimdi diyorum; ama işin ucunda taşa çalınacak ar-ü namus var. Bir şişe su yol alıyor bağırsaklarımdan ince ince. Sanki kavrulmuş, çatlamış toprağı öpe öpe ilerleyen sular gibi. İçimdeki toz diniyor, bir ferahlık, çöldeki vaha (ne derseniz deyin) ışıyor.
Parkta, halkalar dönüyor. Buranın dili şans. Şansı yaver olan, en fiyakalısı. Tutturan nasıl atılması gerektiğini söylüyor. Sözler, dudaklarının saçaklarındayken elindeki halka hedefi ıska geçiyor. Sonra biri, sonra diğeri. Halkacı kendisinden çok emin. Sanki nihai galip o. Nasıl atalımı konuşmuyor. Konuşana bir şey demiyor. Şansın insanın kaybı anlamına geldiğini biliyor. Şansı o da yönetmiyor. Halka alıyor, çopur suratlı, pörtlek gözlü delikanlı. “Bismillah” diyor. Halka hedefe teğet… bir bismillah daha, halka yine teğet… bir bismillah daha halka tam hedefin üzerine oturuyor. Keyfi, portakal kabuklarına benzeyen teninde ışıldıyor. Üç halka daha alıyor. Üçü de hedefi tutmuyor. Kabuk büzüşüyor, yüz ekşiyor. Dilindeki sözler: nefrin, lain, hain…
Bağdaş kurmuş bir anne, çimlerin üstünde. Elinde bir çift şiş, ipler yumaktan eksiliyor kadının elinde çoğalıyor. Dönme dolap gibi yukarı aşağı. Kadın, şişleri kayıtsızca çeviriyor. Paytak paytak yürüyen çocuk, eline hortumu alınca kadın, elindeki şişlerini atıyor, çocuğa doğru yürüyor. Hışımla, tehdit edercesine… çocuğu yanına öfkeyle oturtuyor. Dudakları kıpırdıyor. Sözleri parkın havasını boğuklaştırıyor. Çocuk başını önüne eğiyor, parmağını ağzıma koyuyor. “Çocuk parka oturmak için mi gelir?” bu soruyu sormaya hakkım yok, anneler elbet şefkatle davranır. İçim eziliyor, dövülmüş buğdaylar gibiyim.
Etrafım güllerle çevriliyor.
“Hadi, korku tüneline girelim!”
“Mümkün değil, ben korkmaya da korkutmaya da gelmem.” Onlar, tünele doğru gidiyorlar. Ben, yürüyorum. Bir koridor, aynalarla çevrili. Onlarca ayna, bazısı iç bükey, bazısı dış bükey, bazısı dalgalı, bazısı pürüzlü, bazısı da küçük küçük parçalardan oluşmuş, kimi tam ortasından çatlak… hepsinde başka başka suretlerdeyim. Düz aynanın karşısına gelince rahatlıyorum. Ama diğer aynaların hepsinde kendime derin derin bakıyorum. Bir aynada o çopur suratlı, pörtlek gözlü delikanlıyım. Diğer bir aynada fötr şapkalı ihtiyar, birinde dondurması düşen çocuk, birinde dönme dolapta korkan adam… İnsan, insanın aynasıymış meğer.
Korku tüneline açılan kapı, aynaların olduğu koridorun tam karşısında. Karşımdakilere bakıyorum. Acaba hangisinde nasıl görünüyorum? Hangisi beni iç bükey, hangisi dış bükey gösteriyor? Hangisinde düz görünüyorum? “Ne kadar bilirsem bileyim karşımdakinin beni anladığı kadarım.” Öyle diyor Rumi. Ne olursam olayım karşımdaki beni nasıl görürse öyleyim. Ben her gün kaç tip aynayım? Sevdiklerimle sevmediklerim aynı aynaya mı düşüyor? Sanmıyorum. Benim içinde de bir ayna koridoru var. Kimisi orada dış bükey, kimisi iç bükey, çok azı düz. Aklımda bir mısra: “İtme miratı şirkeste seni yüz sûrete kor” Mü'min mü'minin aynasıyken kırdığımız her kalp, acaba bizi kaç surete koyar?
Parktan çıkıyorum. Etrafım, cıvıl cıvıl seslerle dolu, sanki bir cami avlusundan güvercinler havalanıyor. Katıksız bir huzur duyuyorum. Sarı saçlı, çipil gözlü bir çocuk dondurmacıya para uzatıyor. “Marojni”* diyor. Sevincim kanatlanıyor, yere düşen dondurmayı hatırlıyorum. “Yere düşürdüğü dondurmayı yenisiyle telafi ettin ya helal sana çocuk!” diyorum. Çocuk ne dediğimi anlamıyor; ama ortak bir sevinci paylaşıyoruz. İkimizin de aynası düz, pürüzsüz. O, park gezintisi ruhuma derin bir çentik atıyor. Dönme dolap yine yavaş yavaş yükseliyor.
* Marojni, Rusça'da dondurma demek
mehmet öztunç